Hulusi Senel
TÜRKÇÜLÜĞÜN BABASI ZİYA GÖKALP’I ÖLÜMÜNÜN 93 YILINDA SAYGI İLE ANIYORUZ
18/10/2017
Mustafa Kemal Atatürk; “ Bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin babası Namık Kemal, fikirlerimin babası ise Ziya Gökalp’tır. “
………………………….
Derleyen: Hulusi ŞENEL
1875’te Diyarabakır’da doğdu. Asıl adı Mehmed Z Ziya’dır. Babası Diyarbakırlı Mehmed Tevfik Efendi, bu şehre Çermik’ten gelmiş köklü bir ailenin çocuğu idi. Vilayet Evrak Müdürü olan Tevfik Efendi, çevresinin aydın sayılan insanlarındandı. Bir taraftan da Vilayet gazetesinde başyazarlık yapıyordu. Namık Kemal’in hayranlarındandı. Ziya Gökalp’in yetişmesinde babasının önemli rolü olmuştur.
Ziya Gökalp, Diyarbakır Askeri Rüştiyesi’ni bitirdikten sonra Mülkiye İdadisi’ne devam etti. İdadide iken başından geçen bir olay oldukça ilgi çekicidir. Diyarbakır Valisi Sırrı Paşa’nın da hazır bulunduğu bir törende, öğrenciler “Padişahım çok yaşa” diye bağırmaya hazırlanırken Ziya birdenbire arkadaşlarının arasından fırlayarak sesinin bütün kuvvetiyle:
“Yaşasin Millet!” diye bağırmıştı. Orada bulunanlar, hayret ve korku içinde kalmışlardı. Derhal soruşturma açılmış, fakat Ceza Mahkemesi Başkanı Ramiz Molla’nın yardımıyla Ziya’nın sözü, “Padişahım milletinle çok yaşa,” şeklinde değiştirilmek suretiyle genç öğrenci kurtarılabilmişti.
Ziya kendi kendine Fransızca öğrendi. Amcasından Arapça ve Farsça dersleri alarak tasavvuf tarihe ve İslam felsefesine dair incelemelerde bulundu. Yirmi dört, yirmi beş yaşlarında iken bir sinir buhranı sonucunda intihara teşebbüs etti ve alnının ortasına sıkmış olduğu kurşun dimağının iki yarım yuvarlığı arasında kalarak ufak bir ameliyatla çıkarıldı.
Ziya Bey hayata yeniden sarıldı. Yüksek öğrenim yapmak üzere İstanbul’a geldi. Parasız yatılı olduğu için “Baytar Mekteb-i Alisi”ne yani Yüksek Veteriner Okulu’na girdi. Son sınıfta siyasetle ve hürriyet fikirleriyle uğraşmaya başladı. Tıbbiyeliler tarafından istibdat idaresine karşı mücadele için kurulmuş olan gizli bir cemiyete girdi. Diyarbakır’da bir arkadaşına yazdığı mektuplar polisin eline geçtiği için takibata uğradı, okuldan çıkarıldı. Hapis cezasına mahküm edildi. Dokuz ay zindanda yattı. Sonra Diyarbakır’a sürgün gönderildi.
1899’dan 1908 Meşrutiyet inkılabına kadar Diyarbakır’da okumakla ve etrafına topladığı gençlere telkinlerde bulunmakla uğraştı. İnkılap olunca orada Dicle adlı bir gazete yayımladı ve “İttihat ve Terakki Fırkası”nın şubesini kurdu. 1909’da partinin çağırması üzerine Selanik’e gitti. Genel merkez üyesi sıfatıyla çalıştı. Başta Ali Canip ve Ömer Seyfettin olmak üzere genç şairler ve edipler, 11 Nisan 1911’de yayımlanmaya başlayan Genç Kalemler dergisi etrafinda toplanmışlardı. Amaçları yeni ve milli bir edebiyat ortaya çıkarmaktı. Diyorlardı ki: “Şimdi yeni bir hayat, yeni bir intibah devresine giren Türklere yeni, tabii bir lisan, yani kendi lisanları lazımdı. Milli bir edebiyat vücuda getirmek için önce milli bir lisan isterdi. Eski lisan hastaydı ve bu hastalığın sebebi de içindeki lüzumsuz ve yabancı kaidelerdi.”
Bu hastalığı tedavi çarelerini de şöyle buluyorlardı: “Arapça, Farsça terkip ve cemi kaideleri kullanılmayacak, konuşma lisanına geçmiş olan edatlardan başka yabancı edatlara yer verilmeyecekti. Arapça ve Farsça kelimeler içinde halk dilinde telaffuzu değişmiş olanlar, yazı dilinde Türkçedeki bu değişik şekilleri ile yazilacaklardı. Yazı dilimize yalnız miii? basit gramer hâkim olacaktı. Konuşma lisarıı ise, birçok Türkler tarafından anlaşılan İstanbul Türkçesi olmalıydı.” Ziya Bey, Genç Kalemler dergisinin neşriyatına katıldı. Bu dergide neşredilen ve : Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne de Türkistan; Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir:Turan…
Mısralarıyla biten Turan isimli meşhur manzumesi milliyetçi çevrelerde büyük heyecan ve etki uyandırdı. Bezgin ruhlara bir canlılık, bir tazelik verdi. Türk sanat ve edebiyatında olduğu kadar, Türk düşünce hayatında da yeni bir yön belirdi.
Ziya, makaleleri ile de henüz o yaşta olgun bir felsefi kültüre sahip bulunduğunu gösteriyordu. Yazılarına çoğunlukla Tevfik Sedat imzasını atıyor, bazen de Demirtaş takma adını kullanıyordu. Derginin yazı işleri müdürü Ali Carlip Yöntem, bir yazısını Genç Kalemler’ de Gökalp adıyla yayımlandı. O tarihten sonraki yazıları artık hep Ziya Gökalp imzasıyla çıktı. Bu ad, Türk edebiyatı ve milliyetçiliği tarihinde ebedileşmiş oldu.
“İttihat ve Terakki Cemiyeti” genel merkezi İstanbul’a nakledilince beraber geldi ve partisinin fikir cephesinin idaresini ele aldı. Aynı zamanda İstanbul Üniversitesi’nde sosyoloji hocası oldu. Türkiye’de ilk defa “içtimaiyat” (toplumbilim) okutan ve bu sorunlardan tam bir yetki ile bahseden odur.
Gökalp, “İttihat ve Terakki Cemiyeti”nin genel merkez üyeliğini, partisi iktidardan düşünceye kadar muhafaza etti. İdeali için bu sıfat ve yetkiden faydalandı. İttihatçılar, imparatorluk politikasında Sultan İkinci Abdülhamid’in izinde yürüyorlar, imparatorluğu ayakta tutabilmek için milliyetçilik sorunlarına lüzumu kadar eğilemiyorlar, Osmanlılık formülü üzerinde ısrar ediyorlardı. Halbuki Osmanlı İmparatorluğu’nu teşkil eden Türklerden gayri unsurlar arasında milliyet hareketleri daha 18. yüzyıl sonlarında başlamış bulunuyordu. Bunun fiili sonuçları ise 19. yüzyıl başlarında birbirini takip eden isyanlarla ortaya çıkmıştı. Balkan Savaşı aynı konuyu inkar edilemez bir gerçek olarak meydana koymuştu. Hıristiyan unsurlar arasındaki bu hareketler, Araplar arasında da kıpırdamalara yol açmıştı. Artık, hala Türk olmayan unsurlara karşı lüzumsuz tavizlerde bulunmakta fayda yoktu.
Gökalp bu tez üzerinde ısrarla duruyor partisini ve hükümeti uyarmak için çaba gösteriyordu. Türkleri ön plana aldırmak için yalnız uyarmakla da kalmıyor, üniversitedeki dersleri ve yayınları ile etki yapıyordu. Türk milliyetçiliğini sistem şuurlu şekilde kurmak için yılmadan mücadele ediyordu. Türk Yurdu’nda 20 Mart 1913 ‘ten itibaren tefrika edilmeye başlanan ve sonra kitap halinde çıkan Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak yazılar zincirinden şu hükümleri çıkarmak mümkündür: “Yurtta ve hükümet içinde gerçek eğemenliği elinde tutanlar Türk olmak, hiç olmazsa kendilerini Türk bilmeli ve bununla içten övünmelidir. Keza bunlar, geniş anlamda dahi olsa Türkçü olmalıdır. Dolayısıyla, Osmanlıcı bir anlayış taşıyan eski rical artık işlere gerçekten hakim olmamalıdır.”
Bu düşüncelerle Atatürk’ün düşünceleri arasında bir benzerlik vardır. Atatürk Büyük Nutuk’ta der ki: “Türk milletine tavsiye ederim ki: Sinesinde yetiştirererk başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki cevher-i asliyi, çok iyi tahlil etmek dikkatinden feragat etmesin.”
Gökalp, Türk Ocaklarının çatısı altında toplanan o zamanki gençliğe mürşit oldu. Gençlik kendisini saydı ve sevdi. Türk Yurdu dergisinde Türk tarihine dair incelemeler, milliyet aşk ve heyecanı aşılayan şiirler yazdı. 12 Temmuz 1917’de Yeni Mecmua’yı çıkardı. Bu dergide Türk milliyetçilerinin yollarını çizdi ve programını tanzim etti.
Birinci Dünya Savaşı Mütarekesinde İngilizler tarafından Malta’ya sürüldü. Dönüşünde Diyarbakır’a giderek Küçük Mecmua adıyla çıkardığı dergisinde yine memleket ve millet idealini yay-maya gayret etti. 1923’te Milli Eğitim Bakanlığı Telif ve Tercüme Başkanı sıfatıyla Ankara’ya geldi. İkinci Büyük Millet Meclisi’nde Diyarbakır milletvekili olarak bulundu. Fakat biraz sonra hastalanarak 25 Ekim 1924’te öldü. Sultan Mahmud türbesine gömüldü.
Başlıca Eserleri: Türk İçtimaiyat Tarihi, Türk Töresi, Türkçülüğün Esasları, Yeni Hayat, Kızıl Elma, Altın Işık, Türkleşmek-İslâmlaşmak-Muasırlaşmak ve Malta Mektupları’dır. Hazırlamaya başladığı Türk Medeniyeti Tarihi’ni tamamlamayı çok arzu ediyordu. Fakat ömrü yetmedi.
Ziya Gökalp, Türk milliyetçiliğinin yollarını çizenlerin başında gelmektedir. Ölünceye kadar asla şaşmadığı milliyetçilik ve Türkçülük fikirlerini gençliğe aşılamaya çalışmış ve muvaffak olmuştur. Ziya Gökalp, fazilet sahibi, temiz ahlaklı ve idealist bir insandı. ………
ZİYA GÖKALP’E GÖRE TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI
Ziya Gökalp’in 1923 yılında yayımladığı bu eseri Türk Milliyetçiliğinin tüm fikir ve tekliflerini bir sistem bütünlüğü içinde ortaya koyan, yazarın değişik zamanlarda yazmış olduğu denemelerden derlediği sosyolojik bir kitaptır. Türk milliyetçilerinin temel eserlerinden birisi sayılır.Ziya GÖKALP Mustafa Kemal Atatürk’ün de büyük ölçüde etkilendiği, yaptığı devrimler ve kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin perde arkasındaki entel güçlerden birisidir. Değişik zamanlarda resmî ve özel kurumlar tarafından yayımlanmıştır. Bunların içinde eseri kısmen sadeleştirenler olduğu gibi, eserin dil ve üslûbunu tamamen değiştirmiş olanlar da vardır.
1-DİLDE TÜRKÇÜLÜK Eserin bu bölümünde Osmanlı Devletinin hâla var olduğu dönemde dildeki ikilikler anlatılmıştır. Bu dönemde herkes tarafından milli dil, İstanbul Türkçesi olarak kabul edilmişse de bu dil yalnızca konuşmada kalmış, yazı dili olarak da Arapça ve Farsça unsurlar taşıyan Osmanlı lisanı kullanılmıştır. Bu durum başka milletlerin diliyle karşılaştırıldığında yalnızca bizde böyle bir uygulamanın olduğu tespit edilmiştir. Bunun üzerine yazı diliyle konuşma dilinin aynı olması gerektiği düşünülmüştür. Bununla birlikte zorluğu ve anlaşılmayışı nedeniyle halk Osmanlı edebiyatının yanında halk diliyle yazılmış bir Türk edebiyatını meydana getirmiştir. Altı-yedi yüzyıldan beri kullanılagelen bu edebiyat, dil ikiliğini kaldırmak için yeniden bir çalışma gereğini de ortadan kaldırmıştır. Türkçüler, dilimizdeki ikiliği kaldırmak için İstanbul halkının ve bilhassa İstanbul hanımlarının konuştukları dili yazmak gerektiğini düşünmüştür. Artık yazılacak dil “yeni lisan”, sonra “güzel Türkçe”, daha sonra da “yeni Türkçe” adlarını almıştır.
Osmanlıcanın haricinde halk tarafından kullanılan Arapça ve Farsça kelimeler de vardır. Fakat bu kelimelerin Türkçe karşılığı bulunmamaktadır. Saray efradı Türkçe karşılığı bulunduğu halde Arapça ve Farsça kelimeleri tercih etmişlerdir. Halk ise Arapça ya da Farsçadan bir kelime aldığında bu kelimenin Türkçe anlamını kullanımdan çıkarmıştır. Ya da bu dillerden alınan kelimelerin zaten Türkçe bir karşılığı yoktur. Ayrıca halk, Arapça ve Farsçadan alınan kelimelerin söylenişini ya da anlamını bozup kendine mal etmiştir. Aydın kesim ise bu kelimeleri “bozulmuş kelimeler” olarak kabul etmiştir. Türkçülerin dildeki prensipleri fesahatçilere (kelimenin bozulmadan olduğu gibi kullanılmasını savunanlar) ait düşüncelerin zıttı olmakla beraber, tasfiyeci (arı Türkçeci) adını alan dil devrimcilerinin görüşlerine de uygun değildir. Çünkü tasfiyeciler, Türkçede halkın kullandığı Arapça, Farsça ve tüm yabancı unsurlarla kelimelerin tamamen atılmasını ve bu kelimelerin yokluğundan kaynaklanan boşluğun eski Türkçe kelimelerle doldurulması gerektiğini ya da yapım ekleriyle yeniden türetilmesi gerektiğini savunmuşlardır. Bu da insanı her kelimenin kökündeki anlamı arama gibi boş bir çabaya sürükleyeceğinden fayda yerine zarar getirir.
Eş anlamlı kelimelerin alınması gibi yabancı dillere ait olan kip, edat ve tamlamaların alınması da dil için zararlıdır.
Türkçülere göre halkın alıştığı, yapay olmayan tüm kelimeler millidir. Bir milletin dili kendi cansız köklerinden değil, canlı kullanışlarından meydana gelmiş yaşayan bir organdır. Kısaca bu bölümde Türkçesi bulunan ve hiçbir özel anlam ile ondan ayrılmayan eş anlamlı kelimelerin diziliminden atılması gerektiği savunulmuştur.
Türk dilinin sadeleştirilmesinin birincil ve ikincil hedefleri vardır. Bunlardan ikincil hedef Türkçedeki mevcut yabancı kip, edat ve terkiplerin çıkarılmasıdır. Birincil ve asıl hedef ise bilim alanında Türklerin de hak ettikleri yeri almasını sağlamaktır. Bu da Türkçedeki eksik kelimelerin bulunup dilimize katılmasıyla mümkündür. Osmanlıca sadece yabancı unsurlardan oluştuğu için zararlı bir dil değil, aynı zamanda pek çok kelimenin de içinde bulunmadığı bir dildir. Bu sebeple ne uluslar arası düzeyde yazılmış bir makale tam anlamıyla Osmanlıcaya çevrilebilmiş ne de uluslar arası düzeyde bir makale yayımlanabilmiştir.
Yazı dilimizde eksik olan kelimeler: milli tabirler ve milletlerarası kelimelerdir. Milli Tabirler: İstanbul ve Anadolu’da kullanılan fakat henüz yazı diline girmemiş olan kelimelerdir. Bunların büyük çoğunluğu halk edebiyatında ve atasözlerinde mevcuttur. Özellikle Dede Korkut Kitabı, bu kelimeler bakımından zengin örnekler içerir. Ayrıca başka Türk lehçeleriyle yapılacak karşılaştırmalar da bize Trük şivesinin bir takım ortak özelliklerini gösterebilir. Milletlerarası Kelimeler: batı medeniyetine girmek isteyen Türklerin, tüm batı kavramlarını ve anlamlarını ifade edecek yeni kelimelere ihtiyacı vardır. Bunun için en verimli yolun, batı dillerindeki edebi eserlerin büyük bir dikkat ve titizlikle Türk diline çevirmek olduğu belirtilmiştir. Fakat yine de bulunamayan kelimeler için Türk edatları, tamlamaları ve kipleriyle yeni kelimeler oluşturmaya çalışılması gerektiği anlatılmıştır. Bazı yabancı kelimelerin ise değiştirilmeden aynen alınması gerektiği de belirtilmiştir. Bunlar ya o devletin milli unsuru ya da uluslar arası teknik özellik taşıyan kelimelerdir. Örneğin: Şövalye ve telgraf gibi.
Kısacası yeni Türkçenin ilk olarak dilimizde lüzumsuz Arapça ve Farsça tabir ve tamlamalardan temizlemek, ikinci olarak ona henüz varlıklarını bilmediğimiz milli tabirleri ve ifade tarzlarını, üçüncü olarak da henüz sahip olmadığımız için oluşturmaya mecbur olduğumuz milletler arası kelimeleri ilave etmekle meydana geleceği anlatılmıştır. Bu üç eylemden birincisine temizleme, ikincisine millileştirme, üçüncüsüne de işleme adları verilmiştir. Bölümün sonunda da dilde Türkçülüğün prensiplerinden bahsedilmiş yani diğer anlatılanlar burada kısaca özetlenmiştir.
2-ESTETİK TÜRKÇÜLÜK Bu bölümde Türklerin mimaride, heykeltıraşlıkta, el sanatlarında, edebiyatta başka milletlerden aşağı olmayan, hatta ileri olan eserler bıraktıkları anlatılmıştır. Şiirlerde milli veznin hece vezni olduğu, sonraları Çağatayca ve Osmanlı şairlerinin taklit yoluyla İranlılardan aruz veznini aldıkları söylenmiştir. Bununla birlikte, başka milletlerin hece vezinlerinin alınmaması gerektiği de vurgulanmıştır. Aynı şekilde milli musikinin ve geleneksel el sanatlarının da özelliklerinden bahsedilmiş, bununla birlikte bu milli değerlerin yabancı sanat unsurlarıyla da işlenerek geliştirilebileceği anlatılmıştır.
3-AHLÂKİ TÜRKÇÜLÜK Türklerin önemle üstünde durduğu bir konu da ahlaktır. Ahlak konusu Türkçülükte vatani, mesleki, aile ahlakı, cinsi ahlak, medeni (şahsi) ahlak ve milletlerarası ahlaktır. Vatani ahlak, sebebi her ne olursa olsun vatanı her şeyden üstün kılmak ve ne pahasına olursa olsun onu korumak ve müdafaa etmek esasına dayanır. Vatani ahlakta vatanın müdafaa ve muhafazası için hiçbir şahsi çıkar ön planda tutulmayacak, gerekirse nefsi duygular, vatandan sonra gelen maneviyatta değerli unsurlar, vatan uğruna feda edilecektir. Aynı şekilde vatani ahlak, milletin huzur ve refahı için her zaman barışçılığı üstün tutar. Mümkün olduğu kadar savaştan uzak durmayı ve eğer vatanın bölünmez bütünlüğü ya da milletin ortak çıkarları tehlikeye düşerse savunmayı şart koşar.
Aile ahlakı anlatılırken de bugün hala kullanılan soy, sop, boy, bark kelimelerinin anlamlarından yararlanılmıştır. Boy, aile kavramına karşılık gelmekle birlikte, tek haneli bir yapı anlamında değildir. Cengiz Yasası incelendiğinde bir boyun kırkar evlik bir zümre olduğu ortaya çıkar.Soy ise bireylerin amcazade, halazade, teyzezade, dayızade gibi akrabalarını içine alan bir zümredir.Törkün, bugünkü aile kavramına karşılık gelmekte ayrıca ferdi yakınlığı da göstermektedir. Kısaca Törkün, Türklerde baba ocağı denilen şeydir.
Ayrıca ahlak konusunda kadın ve erkeklerin her ikisinin de eşit konumda oldukları üzerinde durulmuştur. Yani iffetsizlik olarak adlandırılan bir eylem hem kadın hem de erkek için geçerlidir. İnsanların iffetlerini koruması için halk arasında söylenegelmiş hikâyeler ve törenler oluşturulmuştur. Sözlü edebiyat niteliği taşıyan bu törenler aynı zamanda töreyi de oluşturan unsurlardan biridir.
4-HUKUKİ TÜRKÇÜLÜK Hukuki Türkçülüğün amacı, Türkiye’de modern bir hukuk vücuda getirmektir. Bu da teokrasi ve klerikalizmden büsbütün kurtulmakla sağlanır. Ortaçağ devletlerinin bu ikisinden tamamen kurtulmuş olanlarına çağdaş devlet adı verilir. Bu devletlerde kanun yapma, yürütme görevi millete aittir. Ayrıca milleti oluşturan her birey tamamıyla bir diğerine eşittir. Ailede de bu hak ve eşitlik devam eder. Evlenme, boşanma, miras, mesleki ve siyasi haklarda aile fertleri eşittir.
5-DİNİ TÜRKÇÜLÜK Dini Türkçülük, din kitaplarının ve hutbelerde vaazların Türkçe olması demektir. Bir millet dini kitapları okuyup da anlayamazsa doğal olarak dininin gerçek önemini öğrenemez. Halkın dini hayatı incelendiğinde ayinler arasında halkı en çok coşturanın namazlardan sonra ana dille yapılan derin ve samimi münacat ve dualar olduğu görülür. Yine namazdan alınan yüksek zevkin bir kısmı da ana dille söylenen ilahilerden kaynaklanır. Halkı en çok coşturan bir başka dini ayin de Mevlid-i Şerif’tir.Halkın anladığı bir dille yaptığı bir yalvarış onu, yaptığı ibadete ve bağlı olduğu dine daha fazla yaklaştırmıştır.
6-İKTİSADİ TÜRKÇÜLÜK Eski Türklerde Bozkır Kültürü mevcuttu. Bu kültür, içinde göçebe bir hayatı barındırırdı. Dolayısıyla iktisadi hayat, çobanlık esasına dayanırdı. Türklerin serveti, yetiştirdikleri hayvanlar (at, deve, keçi, öküz vs.) ve bunlardan elde edilen yiyecek ve eşyalar idi. Elde edilen bu ürünler diğer devletlere de satılır; bir nevi ticaret yapılırdı. Ayrıca yine bu dönemlerde Çin’den Avrupa’ya giden ticaret yolları Türklerin denetim ve kontrolü altındaydı. Türkler iktisada o kadar önem vermişlerdi ki çeşitli illere orada yaşayan halkın genel meslekleri isim olarak verilmişti. Örneğin Doğu Türkistan’da Tarancalar (çiftçiler), Batı Türkistan’da Sartlar (tüccarlar) adında iki il vardı. Eski Türk devletlerinde servet ferdi değildi. Kazanç halka açıktı. Her bireyin ticaretten edindiği kâr cemiyet adına toplanır, meydana gelecek büyük kazançlar cemiyet hesabına kurulacak büyük çiftlik ve fabrikaların sermayesi olarak kullanılırdı. Aynı zamanda halktan alınan gelir vergileri muhtaç ve düşkünler için kullanılmıştır. İktisadi Türkçülüğün hedefi, memleketi büyük sanayiye kavuşturmaktır.
7-SİYASİ TÜRKÇÜLÜK Türkçülüğün siyasi partileşmeden farklı olduğunun anlatıldığı bu bölümde Halk Fırkası’nın Türkçülüğü desteklediğinden bahsedilmiştir. Bu siyasi cemiyet, Türk siyasetinin yabancı unsurlardan kurtarılmasında etkin olmuştur. Gelecekte de daima halkçılıkla Türkçülüğün el ele verip ülküler âlemine doğru birlikte yürüyecekleri söylenmiştir. Her Türkçü siyaset sahasında halkçı kalacak, her halkçı da kültür sahasında Türkçü olacaktır.
8-FELSEFİ TÜRKÇÜLÜK Felsefe, maddi ihtiyaçların zorlamadığı ve mecbur etmediği, menfaatsiz, kasıtsız, karşılıksız bir düşünüştür. Bir millet savaşlardan kurtulmadıkça ve iktisadi bir refaha kavuşmadıkça, içinde felsefe yapabilecek bireyler yetiştiremez. Zira Türklerin böyle bir refahı ve huzuru pek de yaşamamış olması, çok sayıda Türk filozofunun yetişmesine engel olmuştur. Halk çoğunlukla dervişlik ve umursamazlığı tercih etmiştir. ………
Ziya Gökalpten dizeler Uydurma söz yapmayız,
Cenk Türküsü MANDACI ALİ KEMALE Ben Türküm! diyorsun, sen Türk değilsin!
|
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |
DÜŞMANLARIMIZ ÇOĞALIYOR - 11/08/2020 |
Hulusi Şenel |
İSLÂM: AKIL, BİLGİ VE GÜZEL AHLÂK DİNİ’DİR - 30/07/2020 |
Hulusi Şenel |
SAYIN CUMHURBAŞKANI’NA, ADALET BAKANINA, VE CUMHURİYET SAVCILARINA SESLENİYORUM! - 09/07/2020 |
Hulusi Şenel |
BATI PİYONLARI VE YURTTAŞLIK GÖREVLERİ… - 25/06/2020 |
Hulusi Şenel |
AYDINLARIMIZ SUSMAMALI - 18/06/2020 |
Hulusi Şenel |
ÜLKE BÜTÜNLÜĞÜ TEHLİKE ALTINDA!. - 07/06/2020 |
Hulusi Şenel |
BATILILARIN TÜRK DÜŞMANLIĞI!.. - 04/06/2020 |
Hulusi Şenel |
BU BÖYLE GİTMEZ!.. - 27/05/2020 |
Hulusi Şenel |
GENÇLİK HAFTASI VE DÜŞÜNCELER… - 17/05/2020 |
Hulusi Şenel |
Devamı |